29 Nisan 2013 Pazartesi

yemezlerdi nitekim...

Dilinin döndüğünce bir şeyler anlatmaya çalışırken, dili ağzında ters dönüp soluk borusunu tıkadığı için boğaz çatalına ince bendişli gümüş zarf açacağım ile ufak  bir delik açtığım boş boğazlı ahbabım, deliğe gerek kalmadan, soluksuz anlatıyordu …
O da, yaşmağının izin verdiği ölçüde arzı endam eden katmerli alnındaki et beni ile nam salmış meraklı komşuları Mehpare Teyze’nin yalancısıymış. Lakin ne kadar birinin yalancısı olduğunu söyleyerek sorumluluğu bertaraf ettiğini vurgulama ikdamı içinde olsa dahi, ben birinin yalancısına iman edecek kadar aval mıydım arkadaş? İtikat etmedim elbette söylediklerine…
‘Yoktur öyle bir şey azizim’ diye geçiştirdim.
Yeminli Billahlar havada gezindi bir müddet. Hazan benizli yağızı, ilk defa bu denli pür-heyecan içinde görüyordum. Feri söndürüleli çok olmuş gözlerinin yerini iki adet alev topu almıştı adeta… Huruş içinde sıralıyordu laflarını, nefes almadan. Yok ateş olmayan yerden duman mı çıkarmış, yok böyle bir şey yalnız filmlerde olacak değilmiş ya, neden olmasınmış, bıdı bıdı…
Sözlerinde, tövbe haşa, Ulu Önder’in ismini zikredecek kadar ileri gitti deyyus… Neymiş efendim, bir zamanlar Atatürk’ün bile gayretle araştırdığı kayıp kıta Mu’ya, Atlantis’e falan inanılıyormuş da, böyle bir yere neden inanmıyormuşum… Tövbeler olsun!
Fi'l-i Mün'akis, birden ağzına davrandım elimle… Susturmaya çalışıp,
‘Ne dediğini duyar mı kulakların? Bilmez misin yasayı? Telaffuz etmesene Ulu Önder’in adını ulu orta öyle!!’ dedim.
Bre zındık, bre melun!  Senin bu anlattıklarının bilimsel bir dayanağı var mı a cahil? Sen dayana dayana et beni, İzzet Altınmeşe ile aşık atan o mütecessis Mehpare şırfıntısından duyduklarına dayan! Pespaye seni!  Devam ettim:
‘Her duyduğuna inanır mısın sen adam? Madem inanacaksın, bari güvenilir, kelamı mevsuk birilerine inan! Tutmuşsun Mehpareanım’ın uydurma azihelerini savunursun karşımda!’
Nuh diyor peygamber demiyordu bizim zevzek:
‘Bir Mehpare Hanım değil ki bunu söyleyen? Gizliden gizliye herkesin dilindedir bu mekan… Cennet gibi bir yermiş. Diraht-ı Meyvedarlar ile bezeli, elmanın, iğdenin dalından yendiği, üzümünden kurutulmadan şarab yapılan, gürül gürül suların çağıldadığı, hayvanların otladığı, yeşilliklerle çevrili bir vaha imiş… Orada herkes huzur içinde meşk eder, mutlu mes’ud geçinip giderlermiş. Haritası bile var diyorlar! Varmış öyle bir yer!’
‘Sus be sus!! Duyacak şimdi birisi saçmalıklarını! Dertsiz başımıza dertler açacaksın! Bilmez misin hükümranımız yasak etti yeşilden ağaçtan bahsetmeyi… Oldu olacak meyden, cimadan da bahsedelim ulu orta! Hadd-i Şürb’ten habersiz misin? Yok artık öyle şeyler. Hülyalarda kaldı, unut… Kendine gel artık zındık!’
O kadar kat’i konuşuyordu ki bu esrarlı meçhulden, bir an için ben dahi koyverdim kendimi . Kim bilir, belki de inanmak istedim fitnelere. Ancak neredeyse emindim, memleket hudutları içerisinde kentsel dönüşüm kisvesiyle muasır kılınmamış tek bir avuç toprak bırakılmadığına. Seneler evvel verilen kesin hüküm ve akabinde yürütülen hummalı çalışmalar netice vermiş, kesilmedik ağaç, dikilmedik beton, örülmedik site ve açılmadık AVM kalmamıştı. Son kalan bergamot ağacı ise, sembolik müedda ihtivasından ötürü, ayhümü ile sökülerek, Etnografya Müzesi’nde sergilenmek üzere camekan ardında korumaya alınmış idi… Ağacın, yeşilin ne olduğundan bihaber zürriyetin yeni mensuplarını, anaları babaları ellerinden tuttukları gibi müzeye götürür,  orada bu zavallı bergamotu sümüklerini çeke çeke temaşa ederlerdi.

Zıddiyet bu ya, muasır seviyelere gelinmek, daha moderen bir ülke yaratmak gayesiyle yola çıkılan bu betonlaşma evresi sonunda, geriye dönülüp bakıldığında gelinen nokta,  ‘muasır’ denen memleketlerdeki bostanlar, bahçeler  ve ağaçları sık keşnilerle zıtlık içinde idi… Belki de muasırlaşma adına bir doz aşımı yaşanmış, hedefler çok geride kalmıştı.
Artık yeşili görmek için ya müzeye gitmek ya da Devletlu ’dan ecnebi kıt’alara çıkış vesikası almak gerekiyor idi. Viza adı verilen bu vesikaların onayından sorumlu vezir-i azam, Ağaoğulları’ndan Ali Efendi idi. Kendisi aynı zamanda uzun seneler, semayı görmemize engel, çok katlı heyulaların projelendirmesinden mesul, baş müteahhit olarak görev yapmıştı. Bayraktaroğulları’ndan Erdoğan Hazretleri’nin hemen ardından divanda ehemmiyet sahibi, mühim bir zattı vesselam. Hatta hükümranımızın sağ kolu denebilirdi. Üç ya da dört yıl önce bizzat kendisi açıklamıştı televizyonlarda neşe içinde:
‘Ey cemaat! Bu kalan son koruyu da hatırladınız mı? Hah, işte buraya da diktim devasa bir site! Şimdi burada da alışveriş merkezleri, spor kulüpleri, restoranlar ayağınızın ucunda olacak! Ve müjdeler olsun, artık ülke topraklarında bina dikilecek tek bir yer kalmadı! Azim, irade ve çok çalışmak! Hayal ettim, istedim oldu! Hepinize hayırlı uğurlu olsun!’

Akil adam Ağaoğlu Ali Efendi’den daha mı iyi bilecekti karşımdaki orostopol? Yoktu öyle bir yer. Düzmeceydi hepsi…
Yemezlerdi nitekim…
Sevgiler
Mert

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder