14 Mayıs 2013 Salı

ağlamıyorum, gözüme bişey kaçtı...



Güçlerin birbirleriyle orantılandığı demokrasi süreçlerinden geçiyoruz şu günler…  Sevimsiz matematik hocamın oldukça bayağı kesirler konusunu müteakip ders sonlarına sıkıştırdığı oran orantı anlatımında mı, televizyona çıkıp beti benzinde dalgalanma olmadan konuşanların orantı anlayışında mı bir sıkıntı var bilemeyiz elbet…


Ancak yakın tarihimize bakılırsa, toplumsal olaylara müdahale konusunda doz aşımı meselesinin süreklilik arz ettiği kolayca görülebilmektedir. Hele ki, bu tip müdahalelerde kullanılan biber gazının, son 12 yılda 21 milyon dolar ile çok ciddi bir ithalat kalemi olduğu düşünülürse, kendi vatandaşımızdan duyduğumuz korku ve endişenin son yıllarda giderek arttığı söylenebilir.
Her ne kadar (fevkalade) orantılı güçle müdahale edildiği iddia edilse de, filtrelenmiş ekranlara yansıyanlar dahi, bayramını kutlayan işçinin, parasız eğitim hakkını savunan bir öğrencinin, yoldan elinde pazar poşeti ile geçen bir teyzenin, çocuğu ile maç izlemeye gelmiş bir babanın, otobüsle işine gitmeye çalışan bir kızcağızın, hastanede yatan hastaların veya haksızlığa uğramış ve sesini bir şekilde duyurmak isteyen sıradan insanların bu gazdan fazlasıyla nasiplenerek, oran/orantı denkleminde paydaya dahil edilmeleri, yanlış hesaplar yapıldığını gözler önüne sermektedir.
Ancak asıl dumur yaşatan, bu görüntüleri seyrederken,  tazyikli suyla püskürtülen, yüzüne biber gazı sıkılan, ya da copla tartaklanan her vatandaşın ya ‘orada bulunmakla’ ya da ‘hakkını aramakla’ bu müdahaleyi sonuna kadar hak ettiğini düşünen vatandaşlardır. Sıcak evlerinde, her gün geçtikleri televizyon karşısında meyvelerini soyarken izledikleri bu görüntüleri analiz ve empati yeteneğinden yoksun bir şekilde ‘su testisi su yolunda kırılır’ tümevarımı ile izleyen çoğunluk, müdahalenin kendisinden daha yüklü bir endişe yaratmaktadır.  Bu durum, maalesef, mevcut koşullarda, herhangi bir haksızlığa karşı kolektif bir yapılanmanın oluşamayacağının en ciddi kanıtıdır. Kurunun yanında yanan yaşı, çağlar boyu mazur gören zihniyetin evlatları için, mağdurları basit bir ‘militan’ ya da ‘anarşist’ yaftasıyla geçiştirilen bu haksızlıklar, ‘demokratikleştiği iddia edilen Türkiye’ tablosu ile ciddi çelişkiler taşımaktadır.

Şiddet eğilimi, ya da merhamet, acıma gibi duygularının yitimi, psikolojik yatkınlıklarla birlikte, içinde bulunulan sosyolojik yapıdan beslenir. İnsanlar, etraflarında gördükleri şiddet sahnelerini ve haksızlıkları bir süre sonra kanıksar ve hatta mağdurun bunu hak ettiği tipinde bir çıkarımla bir nevi içlerini rahatlatırlar.
Emir komuta zincirinden beslenen birimlerde, ‘emir demiri keser’ yaklaşımıyla, alınan emirler sorgulanmadan aynen uygulanır. Peki, bu durumda emir alanlar, kendi iradelerini kullanmanın neredeyse imkansız olduğu bu sistemin içinde, şiddet uygulamanın cezai yükümlülüklerinden muaf mı kabul edilmelidirler? Ya da bu muafiyet, onları daha çok (belki de itaat sınırlarından çok daha fazla) şiddet uygulamak için bir altyapı, bir teşvik mi oluşturur?
Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. Bu konuda taa 1961 yılında Milgram Deneyi adında oldukça ilginç bir deney yürütüldü. Deneyin amacı, insanların, otorite sahibi bir kişinin ya da kurumun isteklerine, kendi vicdani değer yargıları ile çelişmesine rağmen, itaat etmeye ne ölçüde istekli olduğunu saptamaktı.  Deneyin çıkış noktası ise, savaş suçlusu sayılan Nazi subaylarının, Yahudi soykırımı sürecinde yalnızca onlara verilen emirleri uyguladıklarından dolayı savaş suçlusu kabul edilemeyecekleri gibi bir düşüncenin varlığıydı.
Bu deneyde, stres ve baskı altında itaatin sınırları sınanacaktı. Stanley Milgram, itaatin elbette hukuki ve felsefi konularda ciddi önem arz ettiğini ancak somut örneklerde insanların otorite karşısında ne ölçüde tavır aldığının bilinmediğini öne sürüyordu.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Deney hazırlıkları kolaydı: (evde de deneyebilirsiniz J)
-          Deneyin tamamlayacak olanların 4,5$ ile ödüllendirileceğini belirten bir ilan yayınlandı.
-          Her eğitim seviyesinden 40 kadar katılımcı belirlendi.
-          Her katılımcının ayrı ayrı deney odasına alındığı, düzmece bir ortam hazırlandı.
Deney gözlemcisi rolünü sert ve hissiz görünümlü bir biyoloji öğretmeni oynuyordu. Kurban rolünü de bu rol için eğitilmiş ekipten biri üstlenmişti. Kurban ile deney gözlemcisi aslında deneyin figüranları olmalarına karşın, bu gerçek katılımcıdan gizleniyor ve kurban, katılımcıya kendisi gibi gönüllü olarak katılmış başka bir denek olarak tanıtılıyordu.  
Deney gözlemcisi, iki deneğe ‘öğrenmede cezanın etkisi’ hakkında bir deneye katıldıklarını, birisinin "öğretmen" diğerinin de "öğrenci" rolünü üstlenecekleri bilgisini veriyordu. Seçtirilen iki kağıda da ‘öğretmen’ yazarak, böylece katılımcının her daim ‘öğretmen’ olarak deneye alınması sağlanıyordu.

Deneyden önce "öğretmen"e 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak "öğrenci"ye uygulayacağını sandığı şokun neye benzediği hakkında bir fikir verilmiş oluyordu. "Öğretmen"e daha sonra "öğrenci"ye öğretmesi amacıyla sözcük çiftlerinden oluşan bir liste veriliyor, öğretmen de bu listeyi önce öğrenciye bir kere okuyarak işe başlıyordu. Ardından öğretmen listeyi oluşturan sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini teker teker okuyor, okuduğu her sözcük için öğrenciye dört adet seçenek sunuyor, öğrenci de bu seçenekler arasından doğru olduğunu düşündüğü cevabı bildirmek için bir cevap düğmesine basıyordu. Verdiği cevap yanlış ise, her yanlış cevap sonucu giderek artan elektrik şoklarına maruz kalıyordu. Cevap doğru ise öğretmen sonraki sözcük çiftine geçiyordu.
Denekler, öğrencinin verdiği her yanlış yanıta karşılık onun gerçek şoklara maruz kaldığını sanıyorlardı. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu. İşbirlikçi denek gerçek denekten ayrıldığı zaman, geçtiği odada elektroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını çalıştırıyordu, bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra aktör, kendisini yan odadaki denekten ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu. Birkaç defa yumrukladıktan ve kalp rahatsızlığını hatırlattıktan sonra ise artık sorulara cevap vermemeye ve şikayette bulunmamaya başlıyordu.
Bu noktada pek çok denek, öğrencinin ne halde olduğunu öğrenmek için deneyi durdurmak istediklerini ifade ediyordu. Kimi denekler 135 voltta durup deneyin amacını sorgulamaya başlıyordu. Bunların çoğu sonuçlardan sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra devam ediyordu. Birkaç denek, öğrenciden gelen acı dolu çığlıkları duyduklarında sinirli biçimde gülmeye başlıyor veya aşırı stres içinde olduklarını gösteren başka davranışlarda bulunuyordu.
Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine aşağıdaki sırayı takip eden sözlü uyarılarda bulunuluyordu:
1.         Lütfen devam edin.
2.         Deney için devam etmeniz gerekiyor.
3.         Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
4.         Başka seçeneğiniz yok, devam etmek "zorundasınız".
Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere art arda uyguladıktan sonra durduruluyordu.
Sonuç olarak, Milgram'ın ilk deney dizisinde deneklerin %65'inin (40 denekten 26'sının),  deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da, uyguladıkları görüldü. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorgulamış, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylemişlerdi. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmedi.
Deneyin çeşitlemeleri, daha sonra Milgram'ın kendisi tarafından ve dünya genelinde farklı psikologlarca gerçekleştirildi; sonuçlar birbirine yakındı. Bu çeşitlemelerle deneyin özgün sonuçlarının onaylanmasına ek olarak deney düzeneğindeki değişkenlerin etkileri de ölçülmüş oldu.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Milgram Deneyi’nin bizlere gösterdiği bir şeyler var. Otorite ve baskı altında insanların yaklaşık %65’i şiddet uygulamaktan çekinmemektedir. İtaat duygusu, vicdan, insani değer gibi kavramlara çoğunlukla ağır basmıştır.
İnsanı insan yapan değerlerden taviz verilmeyen, empati duygusunun yitirilmediği, şiddetin ve haksızlıkların azalarak son bulduğu bir yaşam dilerim efenim… (bkz. ahir yaşam)
Sevgiler,
Mert
Kaynakça: Wiki


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder